MÜCADELE ALANLARI GENİŞLİYOR: BİZ HÂLÂ DAHA KALABALIĞIZ!

13 Mart 2025, Perşembe 59 Kişi

 

Sosyal-İş E-Bülten #6'da yayımlandı.

MÜCADELE ALANLARI GENİŞLİYOR: BİZ HÂLÂ DAHA KALABALIĞIZ!

Deniz Gülşen | Genel Sekreter

 

Tarih sahiden de hızlanıyor mu bilmiyorum ama etrafımızda olan biten her şeyin müthiş bir süratle, hem de ahir ömrümüzün geride kalan safhasında görmediğimiz bir telaş ve kargaşa içinde; geçmiş günden daha çok, gelecek günden daha az değiştiği bir dünyaya vardık. Ülkemizin, bölgemizin ya da dünyamızın gündemindeki başlıklar, bu başlıkların işçi sınıfının siyasal temsilcilerinin gündemindeki ağırlığı, mücadele alanlarımız, ivedi sorumluluklarımız; daha önce hiç olmadığı kadar ve pek de durulacakmış gibi görünmeyen bir hareketlilik içinde (belki de pençesinde) değişmeye ve yeniden kurulmaya devam ediyor. Hiç kuşkusuz, bu hız ve hareketliliğin adını doğru koymanın, her şeyin yeni bir akışkanlık seviyesine eriştiği bir şimdi’de kavramlarımızı ve onların üstüne bina ettiğimiz mücadele kavrayışını, iyi temellere dayandırmanın sorumluluğunu taşıyoruz.

Bildiğiniz gibi, kavramlarımızın pek çoğunu içinde tanımladığımız Sanayi Devrimi’nin ileri safhaları için çeşitli gelişim evreleri öne sürülmüştü: Buharlı makinelerin birinci evresi, kitlesel üretimle tanımlanan ikinci evre ve kimilerinin “bilgi çağı” yakıştırmasını da yaptığı dijital makinelerle tanımlanan üçüncü evre. Kapitalistler, hatta Davos Zirvesi olarak bildiğimiz Dünya Ekonomik Forumu’nun kurucusu Klaus Schwab, bu üçüncü evreden, yeni bir evreye geçtiğimizi öne sürerek “Dördüncü Endüstri Devrimi’ni” ya da adeta bir markaya dönüştürülen ismiyle Endüstri 4.0’ı ilan etmişti. Robotik teknolojilerin üretim süreçlerine dahil olması, yapay zekânın giderek daha fazla gelişmesi ve nesnelerin interneti gibi kavramların ortaya çıkması; bu Endüstri 4.0’ı tanımlayan çeşitli gelişmelerdi. Madem dilediğimizce, işimize geldiğince kapitalizmin çeşitli biçimlerini tanımlayabiliyoruz; o halde ben de bu yüzyılın yeni bir biçimini, yeni bir kavramla tanımlamayı öneriyorum: Yirmi Birinci Yüzyıl v2.0.

Neden “yeni bir biçim”?

Neden “yeni bir biçim” diyorum? Bu biraz abartılı bir ifade elbette, yine de bu ifadeyle altını çizmek istediğim önemli bir husus var. Bildiğimiz 21. yüzyılda, büyük krizlerine rağmen kapitalizm, gelir eşitsizliğinin tarihsel zirvesini yeniden ve yeniden keşfederek, dünya nüfusunun ezici çoğunluğunu oluşturan yoksulları daha da genişleterek ve bir avuç doymaz zenginin cebini daha da doldurarak kağıt üstünde büyüyen ekonomiler yaratmıştı. Bu büyümenin hızlı bir finansallaşmayla -hadi adını koyalım, “tefeciliğin” norm haline gelmesiyle- kol kola gittiğini biliyorduk. Bu “büyüme” masalı 2010’ların sonuyla birlikte yerini büyük bir durgunluşmaya, “büyümenin” gözle görülür yavaşlamasına bıraktı.

Eski BM Ticaret ve Kalkınma Konferansı Direktörü Yılmaz Akyüz, bu durgunlaşmayı ve sınırlanmayı ücretlerin, “büyüme”den emekçilere düşen payın, azalmasına ve gelir eşitsizliğinin giderek daha da derinleşmesine bağlamıştı (iktisatçıların deyimiyle talebin krizine). Bugün gerçekten de hem dünyanın en büyük ekonomilerinde hem de bizim gibi ülkelerde emekçilerin payının dayanılmaz bir krizde olduğunu ve bu krizin hiç durmadan büyüdüğünü, her gün yaşayarak deneyimliyoruz.

Aynı anda, başka bir şey daha oluyor: Bir avuç, kelimenin tam anlamıyla bir avuç, koca şirket; her gün kârına kâr katarak, ne tesadüfse (!) çalışanlarını daha da yoksullaştırarak akıldışı oranlarda büyüyor. Bir avuç dev teknoloji şirketi, veri işleme ağı, yapay zekâ tekeli, reklam monopolü... Google, Meta, Microsoft, Nvidia... Bir de geçtiğimiz Kasım ayında, dünyanın dört bir yanındaki sınıf kardeşlerimizle birlikte İstanbul ofisinin kapısına dayandığımız Amazon!

Bunların yanına, mesela, Sosyal-İş E-Bülten’in bu sayısında da yer bulan sendika düşmanı Telus’un taşeronluğunu yaptığı TikTok’u da ekleyebiliriz.

Nasıl bir mücadele?

Charles Dickens’ın İki Şehrin Hikayesi’ni açarken yazdığı “zamanların en iyisiydi ve zamanların en kötüsüydü” ifadesi bugün de çok geçerli. Zamanların en kötüsündeyiz çünkü “ekmek kavgası”nın bu kadar somutlandığı; işyerlerimizde, sokaklarımızda, kamusal alanlarımızda verdiğimiz mücadelenin sahiden de köşebaşındaki fırından alacağımız ekmeği bu denli etkilediği bir zamanda yaşamamıştık. Zamanların en iyisindeyiz -en azından biz mücadele ettiğimizde en iyisine çevirebiliriz- çünkü mücadele ettiğimiz alan, yöntemlerimiz, araçlarımız her geçen gün genişlemeye, çeşitlenmeye ve gelişmeye devam ediyor.

Mücadele alanlarının genişlemesinden ve çeşitlenmesinden çekinecek biri varsa, o işçi sınıfı olmamalıdır. Çünkü “biz hâlâ daha kalabalığız”, yan yana geldiğimizde, yan yana geleceğimiz sınıfımızı anlama biçimimizi çağa uygun hâle getirdiğimizde, yeni mücadele alanlarına da biçimlerine de gücümüz yetecektir. Yeter ki biz, birlikte düşünüp hareket edeceğimiz sınıf ittifakımızı geliştirmeyi, gündemimizin üst sıralarında tutalım.

Sosyal-iş: Dört buçuk milyon işçi için.

Kapitalizm kendi krizlerine kendi içinden yanıtlar üretmeye çalıştığında, bunu her zaman bir avuç zengin lehine yapıyor. Yukarıda değinmeye çalıştığım yeni krizler ve “büyüme” biçimleri de, hiç tartışmasız, bu yapay dengenin birer yansıması. Hemen gözümüzün önüne Covid-19 pandemisini getirebiliriz. Patronların bütün dünyayı etkileyen, milyonlarca yaşama mâl olan bir sağlık krizinden çıkardığı sonuç, işçileri daha güvencesiz, daha yoksul hale getirmek; örneğin “uzaktan çalışma” biçimini baskının ve sömürünün yeni bir formülü olarak güncellemek olmuştu - özellikle de büro, ticaret, eğitim gibi, sendikamızı yakından ilgilendiren işkollarında.

Bugün geldiğimiz noktada, emeğiyle geçinen herkesin iş güvencesinin azaldığını, bir önceki güne, geçmişe göre daha kötü koşullarda çalışmak zorunda kaldığını, geleceğe ilişkin beklentilerinin köreldiğini görüyoruz. Sosyal-İş, Türkiye’de bu kesimlerin dört buçuk milyonunun dahil olduğu 10 nolu işkolunda, dört buçuk milyon işçi için şimdiye uygun bir mücadele yürütmek zorunda. Bu dört buçuk milyonun yanında, tabi ki, tamamen güvencesiz koşullarda çalışan, sayısını kimselerin kestiremediği ama milyonla tarif etmemiz gerekenleri de -mesela freelance çalışanları- düşünmemiz gerek.

Tam da bu nedenle, sendikamızın toplu iş sözleşmesi yaptığı 30’un üzerindeki işyeri ve bu sözleşmelerin kapsamındaki yüzlerce işçinin yanında, güvencesizleşmenin en çarpıcı boyutlarda olduğu çağrı merkezleri, market ve mağazalar, sivil toplum kuruluşları ve Amazon gibi devasa şirketlerin bulunduğu alanlarda mücadelemizi genişletmekte kararlıyız.

Geçtiğimiz yıl sendikamızın yönetim sorumluluğunu üstlendiğimiz günden bu yana, işçinin en önemli güvencesi olan toplu iş sözleşmelerini geliştirmek ve yeni toplu iş sözleşmeleri yapmak için var gücümüzle çalışırken, örneğin etkin bir Sivil Toplum Komisyonu ve mücadelemizin en önünde yürüyen Kadın Komisyonları gibi çalışma gruplarıyla faaliyet alanımızı genişletmek ve güçlendirmek için çaba sarf ediyoruz. Yeri gelmişken, çok yakında raporunu yayınlayacağımız Türkiye’de Sivil Toplum Kuruluşlarında Çalışma Koşulları Araştırması gibi mevcut durumu incelikleriyle anlama niyetindeki çalışmaları, saydığım nedenlerle çok önemsediğimizi, hem kendi adıma hem de Genel Yönetim Kurulu’muz adına, belirteyim.

Bitirirken, özel olarak sendikal mücadelemizi ve genel olarak emek mücadelesini, şimdi’nin somut gerekliliklerine göre biçimlendirmenin, parçası olduğumuz çoğunluk için daha iyi bir gelecek yaratmanın koşulu olduğunu söylemek isterim.